23 Nisan 2015 Perşembe

KONYA/KARAPINAR KAMPI

     Bilenler bilirler, yakın zamanda okuldan mezun oldum. Bu durum ise önümde ucu bucağı olmayan bir boş zamanın doğmasına neden oldu. Geçen günlerde Konya'nın Karapınar ilçesi civarında yapılması planlanan bir kamp etkinliği vardı. Hava muhalefeti nedeniyle bu etkinlik geçtiğimiz haftasonuna kadar ertelendi. Benimde boş anıma denk gelince kampa katılma fırsatı buldum.




     Kamp İç Anadolu'da olacağı için hava şartları oldukça önemliydi. Çünkü çadırlarda konaklayacaktık. Elimizdeki çadır kış şartlarına uygun değildi. Ama bu çorak topraklarda kış kadar yaz da oldukça zorlu geçiyor. Biz belki de gidilebilecek en iyi zamanda gitmiştik. Hava İç Anadolu'da yapılacak bir kamp için ancak bu kadar uygun olabilirdi. Biz de çadırımızı, uyku tulumumuzu,erzağımızı alıp yola koyulduk. Özkekos ekibi olarak tam kadroyduk bir de yakın arkadaşımız fil kardeşim de teşrif etti. Yol boyunca bir arkadaşımız sağolsun onun playlistinden bol bol Breaking Bad'in içindeymiş hissi uyandıracak müzikler dinledik. İç Anadolu Amerikan filmlerindeki Meksika sınırı misali. Her taraf kum ve dümdüz. Yazları direkt beyne vuran sıcağı malum. Şehir hayatından çıkıp da bölgenin kılcal damarlarına doğru ilerledikçe bu durum daha çok hissediliyor. Tabi bu arada rotamız üzerindeki Konya'da durup da etli ekmek yemeyi ihmal etmedik.


     Grup toplamda yaklaşık 10 kişi kadardı. Benim de ilk defa orada tanıştığım Kaplan lakaplı İsmail abimiz liderlik ediyordu.(Kendisi iso denilmesini ister) Konya'da yemek yedikten sonra asıl etkinliğimizi yapacağımız Karapınar'a doğru ilerlemeye başladık. Karapınar oldukça büyük bir ilçe. Görünüş itibariyle eski bir kovboy kasabasını andırıyor.Yaptığım ufak araştırmalar sonucunda ilçede ve çevresinde 1960 yılından bu yana süren bir yeşillendirme çalışması varmış. Gerçekten ilçe çevresiyle birlikte doğa severler açısından bozkırlarıyla, çölleriyle, obruklarıyla, gölleriyle hatta lale bahçeleriyle oldukça güzel bir destinasyon. Bu kadar özelliği barındırdığı için şaşırdığımı itiraf etmeliyim. İlk etapta İso bize arazideki tipik özellikteki yerlerde kısa bir yürüyüş yaptırdı. Yürüyüş yaptığımız yer ilk başta bozkırken ilerleyen zamanlarda tam bir çöle döndü. Ekşiciler haklıysa eğer eski Türk filmlerinden olan Leyla ile Mecnun'da çöl sahneleri Karapınar'da geçmiş.


     Sonrasında ise kamp noktamız olacak olan Meke Gölü'ne gittik. Oldukça iyi bir hava ve güzel bir manzara vardı. Yaz yaklaştığından olsa gerek göl tam anlamıyla sulak değildi. Bu göl eski bir volkanın sönmesi sonucu oluşmuş. Tepesinde de bir krater vardı. Hatta biz baya zorlu bir parkur olsa da tepesine çıktık. Orada manzara oldukça güzeldi. Şehir hayatının boğuculuğundan sonra bu genişlik hissi bünyeyi oldukça rahatlatıyor.


     Gölün çevresine çadırlarımızı kurup tembel tembel takılmaya başladık. Akşama doğru fil kardeşim birçok malzemeden oluşan güzel bir kamp yemeği yaptı. Ardına makarna,irmik helvası ve çay da içince keyifler tavan yaptı. Şehirden uzak olduğumuz için karanlık çökünce yıldızlar ve yakamoz oldukça net görülüyordu. Hava rüzgarlıydı ve soğumuştu ama biz nispeten hazırlıklıydık. Bir kaç kişilik testi yaptıktan sonra saat 1 gibi herkes yatmıştı.


     Sabah peynir, zeytin, poğaça, kek ve pekmezle iyi bir kahvaltı yaptık. Sonra Ankara'ya dönmek üzere toplandık. Tabi yol üzerinde uğrayacağımız bir kaç nokta daha vardı. Bunlardan biri Çıralı Obruğu'ydu.


     Obruğun çevresinde ise Romalılar döneminden kalma mağaralar ve kaya mezarları vardı. Burada bir süre manzarayı izledikten sonra ayrıldık.


     Son olarak da bölgedeki lale bahçesini ziyaret ettik. Oldukça güzel bir manzara vardı. Demek ki çöl de olsa uygun şartlar altında toprak kullanılabiliyor.


     Bu şekilde etkinliğimizi bitirmiş olduk. Yaklaşık 1 gece 2 gün sürdü. Bahar ayı için kampçılık adına oldukça güzel bir lokasyon. Hem de parkurlar kolaydı. Acemi kampçılar için oldukça iyi. Tabi ki dönüşte yine Konya'da mola verip tandırımızı yedik. İnşallah Pangea gezi grubuyla nice etkinliklere diyelim



11 Şubat 2015 Çarşamba

REKLAMLAR



Aşağıdaki hikaye, Feridüddin Attar’ın Mantıl al-Tayr adlı klasik eserinden alınmıştır.




PADİŞAHIN KAŞINTISI

Padişah, seyyah bir dervişe rastlamış: “De bakalım sufi, sen mi daha esaslısın, ben mi?”
Derviş “Yorum yok” demiş.
“Yuh! Sen ne terbiyesiz bir mahlukmuşsun derviş efendi! Karşında bu mülkün sultanı duruyor! Sualime karşılık vermiyorsun he mi?!”
“Pekala… madem kaşındınız, cevap vermek vacip oldu. Benim gibi fakir biri, yüzbinlerce padişahtan yeğdir. Çünkü saltanat süren kimse, imanın tadını bilmez. Sen, kendi egonun eşeğisin. Sırtında fazlalıktan ibaret, nahoş bir yük taşıyorsun. Vesvesenin, korkunun ve cehaletin esirisin. Şeytan, senin yularını nereye çekerse oraya gidiyorsun. Dervişler, nefsini dizginler ve yönetir. Anlayacağın, benim eşeğim senin sırtına biniyor. Senin iştahın; yüzünde meymenet, kalbinde ferahlık, bileğinde kuvvet bırakmadı. Gözün kararmış, kulağın sağırlaşmış, beynin sulanmış. Sen, şeytanla kanka oldun. Lakin ikinizi ölüm ayıracak. Gene de dert etme. Nasılsa cehennemde kavuşacaksınız!”



(Ben de Afili filintalar blogundan alıntıladım)

NURİ BİLGE CEYLAN İZLENİMLERİ

     Nuri Bilge Ceylan herkesin bildiği gibi filmleriyle tanınan en son da Cannes’da aldığı ödülle oldukça ses getiren bir sanatçı. Filmlerini izleyen farklı kafalardaki her insan onun filmlerinin “durağan” olduğu konusunda hem fikirdir. Hatta bazen izlediğimiz videolarda veya gördüğümüz
manzaralar karşısında eğer bir durağanlık hakimse “baksana ya Nuri Bilge Ceylan filmi gibi” filan diyoruz.  “Nuri Bilge Ceylan filmi olmak” gibi bir deyim türemiş yani. Başka bir açıdan ise toplumda  genelde kolay tüketilen, fazla düşündürmeyen, akıcı filmlerin gişe yaptığını düşünürsek; Nuri Bilge’nin bu denli halk tarafından tanınması da bence onun için ayrı bir başarıdır diye düşünüyorum.

     
     Nuri Bilge’nin ilk izlediğim filmi Kış Uykusuydu. Bu şaheseri sinemada izleme şerefine nail olmuştum. Salon oldukça büyük olmasına rağmen toplamda 10 kişi yoktu. Film başladı, tabi Kapadokya’da geçiyor, sahneler kartpostal gibi, her şey çok doğal sanki olaylar gözümün önünde oluyor gibi,haliyle oyunculuklar mükemmel. Sonra bir baktım ki filme kendimi oldukça kaptırmışım. Ara verildiğinde uykudan uyanır gibi oldum, tekrardan başladığında geri uykuya dönmüş gibi. Özellikle şöminenin başında karı ile kocanın konuşması beynime çekiçler indiriyordu, sanki bir aksiyon filmiymiş gibi soluksuz izlemiştim o sahneyi. Biraz abartıyor olabilirim tabi ama hissiyatım böyleydi, sanırım kendimi ana karakterle oldukça özdeşleştirdiğimden olsa gerek. Film yaklaşık 3 saat 20 dakika. Yani durağan bir filmin bu süre boyunca izleyiciyi baymaması büyük ustalık gerektirir. Ama tabi yine de herkes de beğenmedi ben salondan çıkarken 2-3 kişiydik çoğunluk yarısında terk etmişti bile. Hıncal Uluç bir yazısında filmin 200 saatlik bir çekimi olduğunu güç bela 4 saat 50 dakikaya indirildiğini yazmıştı.  Kimileri “uff ya o neymiş öyle ömrümüz solar” diyebilir tabi saygı duyarım (ima yok!) çünkü sinemadan her insan başka şeyler bekler. Ama benim için bir buçuk saatlik dilimde ne anlatmış olabilceği mevzusu oldukça merakımı celb ediyor. Yeni çıkan DVD sinde uzun versiyonunu göremedik, keşke koysalarmış.

     
     Daha sonrasında ise sırayla Bir Zamanlar Anadolu’da ve 3 Maymun filmlerini izledim. Onları da beğendiğimi söyleyebilirim. Yazıyı uzatmamak adına onlara değinmeyeceğim, ama bir tavsiye olarak özellikle 3 Maymun’da kahramanımızın zil sesi tonu olan Yıldız Tilbe “sen de mutlu olma e mi ?” şarkısını arabesk playlistinize ekleyin derim. Ara ara açar dinler, dertlenirim. Neyse…
     

     Geçen Pazar Cermodern’de Özkekos grubu olarak (bir fireyle) kahvaltı yapalım dedik. Pazar günleri açık büfe kahvaltıda indirim yapıyorlarmış, hava güzel, ortam güzel sonrasında da vakit geçirmek için sergi gezeriz filan dedik ve gittik. Bir pazar kahvaltısını orada yapmanızı öneririm, biz güzel vakit geçirdik. Sonrasında ise yaklaşık bir ay önce müzeye gelen Nuri Bilge Ceylan fotoğraf sergisini gezdik.




    
     Türkiye’nin birçok köşesinden Nuri Bilge tarafından çekilmiş panoramik fotoğraflardan oluşuyordu sergi.  Özellikle Kars,Doğubeyazıt ve İstanbul’a biraz ağırlık verildiğini düşünmekle birlikte diğer illerden de fotoğraflar vardı. Genel olarak manzara değilde, insanlara yer verilmişti. Şahsen genelde manzara resimlerim diğerlerine göre iyidir. Sergide fark ettim ki asıl ustalık insan fotoğrafı çekebilmekte. Fotoğraflarda insanların yüzlerindeki ifadeler oldukça çarpıcıydı. Hatta kadraja giren insanların yüz halleri sanki yaşadıklarını, sıkıntılarını, mutluluklarını yansıtıyormuşçasına fotoğraflarda yer alıyordu. Ben ise o doğallığı millet makineye bakmazken bile yakalayamıyorum kardeşim. Neyse…




     
     Bazı fotoğrafların ise kafamda sanki hareket ettiğini söyleyebilirim. Nitekim Doğubeyazıt’da çekilmiş bir fotoğraf belki de köyün tüm çocuklarının oynarken durduğu o an sanki donuk değil, hareket ediyordu. Aynı ülkede yaşıyoruz ama aramızda dağlar kadar fark var. Sergi genel olarak Anadolu’dan yer değil de insan manzaralarına odaklandığı için empati kurma imkanı veriyordu. Sadece tek eleştirim(haddime mi gerçi tam bilemiyorum) resimlerde sanki biraz fazla photoshop kullanılmış olmasaydı. Nitekim fotoğrafların Nuri Bilge’ye ait olduğunu düşünürsek daha doğal olmasını beklerdim. Sanırım fotoğrafçılıkta photoshop kaçınılmaz bir olay. Zaten ben de filtre filan koyuyorum o da photoshop sayılabilir. Neyse…
   
     Sonuç olarak bir gidin görün derim. Çıkarken de ziyaretçi defterine bir iki şey çiziktirin. Bizim yazdığımız şeyi buraya koymuyorum yoksa bu yazıyı yazanın ben olduğuna inanmayabilirsiniz. Gidersiniz açın bakın,okuyun.


(PS bahsettiğim Yıldız Tilbe şarkısı. Çok sert https://www.youtube.com/watch?v=kjuqa2WB2Ng )

31 Ocak 2015 Cumartesi

ANKARA'DA YENİ TREND: ODADAN KAÇIŞ OYUNLARI

Ankara'nın seveni de sevmeyeni de şehirde yapılacak bir şey olmadığından şikayetçidir. İstanbul'la kıyaslandığında ise belki şehir düzeni,ekonomik durum gibi faktörlerde Ankara'nın avantajlı olduğu sık sık söylense de (ki ben katılmıyorum) etkinlik sayısı bakımından İstanbul açık ara öndedir. Ülkeye bir trend genelde İstanbul'dan girer ve oradan diğer şehirlere yayılır. Bu yazının konusunu da yine bu trendlerden biri oluşturuyor: Odadan kaçış oyunları.

İstanbul'da yaklaşık 20 tane olduğu söylenen Ankara'da ise 7-8 tane olan bu etkinlikte amaç en basit tabiriyle odadan kaçmak. Testere filmiyle popülerlik kazanan, daha sonra da bilgisayar oyunu olarak birçok oyun sitesinde yer alan oyunların gerçek versiyonu diyebiliriz. Tabi her bir oyun farklı konsept içeriyor. Randevu alıyorsunuz, sonrasında kimi yerde aniden kapının açılmasıyla kimi yerde ise kısa bir açıklamayla birlikte oyuna başlıyorsunuz. İçeride kilitler,bilmeceler,şifreler var. Bir saat içinde çıkmanız lazım. Kimisi gözleme,kimisi ise zekaya daha çok dayansa da genel olarak odaklanmanın ve dikkatin ön planda olduğu söylenebilir. Kuşkusuz kimi oyunlar diğerlerinden daha iyi. Şimdi ben de genel olarak gittiğim yerleri değerlendirmeye çalışacağım. Tabi spoiler filan veremem, gizlilik çok önemli. Çünkü bir konsept 1-2 ay kadar devam ediyor.

İlk gittiğimiz yer Sherlock Ankara'ydı. İlk olduğundan olsa gerek oldukça keyif almıştık. Hatta arkadaşlarla bir araya geldiğimizde "beyler ya iş bu kadar basit herkes bin lira atsın açalım, paraya para demeyiz." düşüncesine gelip,planlar yapılmaya başlanmıştı. Ancak sonradan diğer oyunlara gittikçe buranın oldukça sönük kaldığını fark ettik. Bilmeceler ve dekorlar çok kaliteli değildi. Puanım 6/10 . Yakın zamanda konsept değiştirip kaliteyi arttırmaları lazım. Çünkü piyasa iyice kızışıyor.

Sonrasında Track the Key'e gittik. Genel olarak burada da güzel vakit geçirdiğimizi söyleyebilirim. Lakin yine de ilerleyen dönemlerde biraz geliştirmeleri gerektiğini düşünüyorum. Bazı kendine özgü artıları vardı, atmosfer olarak güzel fikirler olsa da devamı gelmemişti. Yine de iyi,puanım 7/10

Biz tabi hala bu piyasaya girip, daha güzel işler yapabileceğimizi düşünürken Alcatraz denen bir oda oyununa geldik. Burada iki tema var:korku ve hapishane. Biz korkuya girdik. Gerçekten güzel vakit geçirdiğimi söyleyebilirim. Çünkü burada bulmaca çözmek ve odadan kaçmaktan başka bişeyler vardı. Çok güzel bir atmosfer ortaya konmuştu, bilmeceler ise dikkate,odaklanmaya dönüktü. Zaten buraya girdikten sonra bizim de bu piyasaya girme hayalimiz patladı. Çünkü artık iş ciddileşmeye başlamıştı. Oyunların yapımcıları şirket gibiydi. Dekorlara, atmosfere ciddi paralar harcanmış;oldukça kafa yorulmuştu. Sonuç olarak buradaki korku oyununu tavsiye ederim güzel. Korkmayın o kadar da nasılsa içeride ölecek değilsiniz. Puanım 8/10 Aynı yapımcıların hapishane temalı oyununda bazı iyi niyetli çalışmalar olsa da biraz sönük kalmıştı. Puanım 6/10

Sonrasında ise ismi "odadan kaçış" olan oyuna gittik. Burası hakkında yazarken kafam karışık açıkçası. Öncelikle çok kaliteli. Mutlaka gidilip,oynanılmalı. Ancak biz tecrübe kazandığımızdan mıdır nedir oyunu rekor kırarak bitirdik. Çıkınca ya keşke biraz daha oynasaydık dediğimden bir şeyler yarım kaldı gibi. Ancak sonrasında ise oyunun yapımcıları bizim performansımızın iyi olduğunu genel olarak insanların zorlandığını daha çetrefilli yapamayacaklarını söylediler. Ee haklılar tabi herkes bizim Özkekos grubu gibi değil. Sonuç olarak puanım 8/10.

Locked in, the Escape, 13 numara gibi de yerler varmış. Henüz oralara gidemedik. Gidersek onlardan da bahsederim.

Fiyatlar ise ortaya konan emeğe göre normal olsa da bundan bağımsız düşünülürse ucuz olduğu söylenemez. 20-25 lira arasında değişiyor fiyatlar. En az 2 kişi en fazla 5 kişi oynayabiliyorsunuz

Genel olarak bu trendin çok keyifli olduğunu söyleyebilirim. Puanlarım fikir verse de çok takılmayın gidin hepsini oynayın. Zaten yapacak bişey yok memlekette.

6 Ocak 2015 Salı

YABANCI KURALSIZLIĞI


"Eğer TFF 5+3 kuralıyla devam etme kararı alırsa nolur?

Bana göre çok kötü bir karar. Bunun milli takıma yardım ettiğini düşünen varsa gerçekten yanılıyor. İtalya’da da yıllarca aynı düşünceyi savunduk. 1982’den sonra yabancılar ülkeye gelmeye başlayınca homurtular oldu. Ondan sonra iki Dünya Kupası kazandık, iki kez de finale kaldık. Bence federasyon öncelikli olarak ligimiz nasıl gelişir, Avrupa’da sesimizi nasıl duyurabiliriz, teknik direktörlerimizi ve futbolcularımızı Avrupa’ya nasıl gönderebiliriz; bunları düşünmeli. Avrupa’da kimse Türkiye’de oynayan futbolcuları ve takım çalıştıran hocaları tanımıyor. Çünkü kimse bu ligi izlemiyor! TFF’nin esas problemi bu olmalı. Genç oyuncular burada Didier, Wesley gibi oyuncularla ya da Fenerbahçe’de Kuyt’la çalışma fırsatına sahipler. Bu, dolaylı olarak milli takımınıza da katkı yapar. Bu yüzden bence 5+3 tam bir felaket olur."


Yukarıdaki satırlar Mancini'nin 2014 Mart ayında özel bir dergi için verdiği röportajdan alıntı. Daha bir sene olmamış bunları söyleyeli. Sinyor'un Galatasaray'da ne kadar başarılı olduğu veya kalsaydı neler yapabileceği uzun bir tartışma konusu tabi benim şahsi fikrim 2-3 sene içerisinde yalnızca bir lig şampiyonluğu getirebilirdi. Nitekim halefi yine aynı İtalyan olan Prandelli belki de Galatasaray'a gelmiş en başarısız hocaydı. Bu iki hocaya kötü demek kariyerlerine baktığımızda oldukça güç. Aslında bu iki hoca için yapılacak en güzel tespit Türk futboluna uygun olmamaları. Peki bu evrensel spor neden Türkiye'de bu kadar farklılık gösteriyor ? Türk milleti yıllardır bu spor için deli olurken ve futbol piyasasında bu kadar para dönerken neden gidişat bu kadar başarısız ?

Mancini hakkındaki kişisel çıkarımım futbola sanki bir bilim gibi bakması. Nitekim bu bizde olmayan birşey, çünkü biz fiziğe dayalı ve motivasyonla takımlarımızın iyi sonuçlar almasını sağlayabiliyoruz. Hatta ulusal arenada fiziksel seviye yeterli oluyorken, uluslararası arenada o konuda da yetersiz kalıyoruz. Geriye ise sadece "gaz verme" kalıyor. Bu şartlar altında takımlarımızın kupadan kupaya koşmasını beklemek hayalcilik olur. Çünkü belli bir kurgu oturtulmadan, istikrar kazanılmadan yani kalıcı,stabil bir düzen kurulmadan başarılarımız saman alevi gibi yanıyor ve çok fazla ışık yaymadan ardından sönüveriyor.

Türkiye'de futbol yıllardır yabancı sınırlamalarıyla ilerletilmeye çalışıldı. Burada amaçlanan Türk futbolcuların daha çok oynamasını sağlamak, takımları yabancı istilasından korumak ve yerli oyuncu ihtiyacından dolayı kulüplerin altyapılarına önem vermesini sağlamaktı. Bu düzenleme ne yazık ki tutmadı. Çünkü aslında Türk futbolcuları kalitesiz değildi, Türk futbolcuları tembeldi. Futbolcular eğitimsizdi ve çalışmıyorlardı. Gerçek birer profesyonel gibi hareket etmiyorlardı. Bu yüzden de kumaşı iyi nice futbolcu hep kendi potansiyellerinin altında kaldılar. Türkiye'deki nüfus yoğunluğu, futbolculara sağlanan para ve futbola olan ilgiyi düşünürsek bu ülkede büyük oyuncular çıkmamasının başka bir anlamı olamazdı.

Yeni değişiklik bence de devrimden farksız. Öncelikle "sınırlı" bir sınırsızlık var, kadroda hala Türk oyuncular bulundurulmak zorunda. Bu bence oldukça makul. Ancak ilk 11'in hepsi yabancı olabilecek. Bu da makul bir sınırsızlık bence. Artık bir yerlinin kadroya girebilmesi için bir yabancıyı kesebilmesi lazım. Çünkü o oyuncunun yeri artık ilk 11'de hazır değil. Futbolcu bu yoğun rekabet ortamında formayı almak için çalışmak zorunda. Bir Türk futbolcusu bir Hollandalı'dan, Alman'dan, Brezilyalı'dan formayı almadıkça takımlarımız bu ülkelerinkine göre daha iyi olmayacaktır. Nitekim Türkiye'deki futbola ilgi göz önünde bulundurulursa bu duruma küsüp altyapılardan yerli oyuncular gelmemesi de söz konusu olamaz.

Bu düzenlemenin diğer artısı ise kulüplerin garanti olsun diye büyük paralar ödeyip yaşlı oyuncular almak yerine büyük paralar ödeyip genç oyuncular da alabilme olanağı yaratmasıdır. Nitekim bu duruma verilecek en güzel örnek Bruma. Artık genç yabancıların Türkiye'de gelişme olanağı elde ettiğini unutmamak lazım. Çoğunluğun kabul edeceği üzere yabancıları dışardaki büyük takımlara satmak daha kolay. Bu durumda da kulüpler çok ucuza alacakları Afrikalı, Doğu Avrupalı futbolcuları büyük paralara satıp kar edebilirler.

Son olarak da bu uygulamayla insanların milli takımı daha çok sahipleneceğini düşünüyorum. Nitekim son zamanlarda milli takım oldukça büyük prestij kaybına uğradı. TC vatandaşı olup da yabancı milli takımları seçen futbolcuların yabancı sayılacağını düşününce, milli takım tam manasıyla ülkemizi temsil eder bir hal alacak. Diğer takımlar yabancılaşırken milli takım daha da yerlileşecek.

Yazıyı uzatmamak adına bu durumun eksilerinden ve beklenen tehlikelerden bahsetmeyeceğim. Ancak bir risk alınacaksa bu taraftan alınması gerektiğini düşünüyorum. Futbol Türkiye'de oyuncularının günlük motivasyonuna, forma içinde gösterdikleri 'ruha' göre oynanmamalı, futbolcular özellikle çocuk yaşta ferarilere binecek maaşlarla alınmamalıdır. Çünkü hiç biri bu kadar kaliteli değiller. Sinyorunda işaret ettiği gibi Türkiye'de futbolcular daha profesyonel ve istikrarlı olmalı. Tıpkı Avrupa'dakiler gibi... Yoksa genel olarak ülkemizde 'malzemenin' yetersiz olması mevzu bahis değil.

3 Ocak 2015 Cumartesi

AYRILIĞIN RESMİ

 Resim sanatını çok seviyor olmama rağmen bu dal hakkında çok fazla bilgim olduğu söylenemez. Sadece şehre gelen ünlü sergileri gezip vakit geçiririm. Bu noktadaki en heyecan verici deneyimim 2010 yılında Chicago'da gezdiğim bir sergide olmuştu. Tarihe olan merakıma paralel olarak müzede Ortaçağ dönemi sanatçılarının sergilenen tabloları beni oldukça etkilemişti. Bunun yanında tam olarak tablo gibi değerlendirilemezse de ülkemizde Salt olarak anılan sergi salonlarındaki çalışmalarda hiç istediğim tadı alamadım.
   Ankara'daki Cermodern'de ise zaman zaman güzel sergiler oldu. Dali'nin, Van Gogh'un ve Edvard Munch'un orjinal olmasa da sergilenen kopyaları hoşuma gitmişti ancak yine de modern resimler bana hala bir çok açıdan ifadesiz geliyor, yoğun duygular hissettirmiyordu.
   İstanbul'da geçirdiğim süre içerisinde biraz durağanlığımın arttmasından ya da çok fazla saçma sapan sergi gezdiğimden olsa gerek tablolar ve fotoğraflara durup baktığımda başka duygular uyandırmaya başlamışlardı. Bugünlerde ise bir dergi sayfasında Edvard Munch'un ayrılık ismini verdiği aşağıdaki tablosunu gördüm. Bu tablo sanırım gördüklerim içinde gerçekten beğendiğim bir modern sanat yapıtıydı.



   Bu tablodan oldukça etkilenmiştim. İki tarafa ayrılan bir çift vardı, herşey bulanıktı ortada bir gül vardı ve kızın arkaya doğru uzayan suçu sanki eskiden kalmış bir izmiş gibi tablonun ortasına çizilmişti. Erkeğin suratı oldukça belliyken kızın yüzünün yalnızca silüeti görünüyordu. Hayalle gerçeklik, düşünceyle hakikat arasında güzel bir noktada duruyordu. Bir de tabi bunun yanında estetik olarak da oldukça hoşuma gitmişti. Bu tablo benim için birşeyler ifade etmiş bir çok şey anlatıyor haldeydi.
   Sonrasında internetten ufak bir araştırma yaptığımda tabloyla ilgili şöyle bir açıklamaya ulaştım
   "1890'larda Edvard Munch aynı imgelerin farklı varyasyonlarını tekrar tekrar kullanıyordu. - deniz üzerinde bir ışık sütunu, kumsalda sarışın bir kadın, siyahlar içinde bir yaşlı bayan, mutsuz bir adam vs.- Bunlarla sıkça oynayarak insanlığın değişik durumlarını ve ilişkilerini sembolize etmeye çalışıyordu. Burada bir adamın aşkına vedası çizilmişti. Diğerleri gibi, resim burada iki parçadan oluşuyordu ön plandaki nesne ki bu durumda ana karakter önde ve aktif olabilir (burda olduğu gibi) veya profilden ve düşünceli olabilir.Arka plandaki kişisel bakışı ise kendi kafasından veya kızın kafasından resme maziden bir bakıştı. Terkedilmiş adam ise geleceğe doğru gitmek için öne adım atıyor gibi gözüküyor fakat patikasının önünü kırmızı bir bitki kapatıyor ki bitki adamotunda olduğu gibi aşkı ve ölümü sembolize ediyor. Şu anda kapana kısılmış gibi gözüküyor. Hatta kızın sarı saçı adamın dünyasına girip kafasını okşuyor, onu buradaki gibi o ana bağlıyor ve anılarından kaçmasına izin vermiyor. "
   Ben bu resmi Cermodern'de gördüm mü hatırlamıyorum ancak görseydim de arka plandaki anlamının ve bir takım duyguların bu kadar güzel anlatıldığını fark edemezdim herhalde. Sonuç olarak odama asmak için kanvas tablosunu aradım bir çok Munch resminin kanvası olmasına rağmen bu resminkini bulamadım. Anladığım kadarıyla çok ünlü bir resim değil.
   Artık entel ortamlarda ressamlar üzerinden bir muhabbet döndüğünde "Benim favorim Edvard Munch yeaa" diyebilirim çünkü diğerlerini bilemiyorum. Peki sizce de güzel değil miymiş ?

29 Aralık 2014 Pazartesi

BİR AKBABANIN YEMEK FOTOĞRAFI




  Yukarıdaki resmi bir çok insan gerek sosyal medyada gerekse yazılı yayınlarda hayatında bir kere de olsa görmüştür. Genellikle resim Afrika'daki açlığa dikkat çekmek için kullanılır. Yalnız bu fotoğrafı daha özel kılan şey arkasındaki akbaba. Nitekim yemek arayan bir çocuk ile yemeğini bulmuş akbaba arasındaki tezat bazı otoriteleri etkilemiş olacak ki fotoğraf 1994 yılında Pulitzer ödülünü alır.
   Fotoğraf 23 Mart 1993 yılında Güney Afrikalı fotoğrafçı Kevin Carter tarafından Sudan'da çekilmiş. Tabi o zamanlarda Sudan açlıktan ve savaştan kırılır vaziyette. Peki tüyleri diken diken eden bu karenin yakalanmasından sonra ne olmuş ? 
   Carter civardan geçerken küçük kızın inlemelerini duymuş. Sesi takip ettiğinden az ilerdeki Birleşmiş Milletler yardım kampına ulaşmaya çalışan bu kızı ve arkasındaki akbabayı bulmuş. Yaklaşık 20 dakika en iyi açıyı yakalamaya çalışmış ve fotoğrafı çekmiş. Sonrasında ise Carter kuşu kovalamış, bir süre yerde emekleyen kızı izlemiş. Ancak kurtarmak için bir şey yapmamış. Oradan uzaklamış ve dayanamayıp bir köşede ağlamaya başlamış.
   Tabi Carter'ın bu hareketi ödülünü aldıktan sonra oldukça tartışılmış. Carter neden çocuğa yardım etmemişti ? Sonrasında çocuğa ne olmuştur ? Carter savunmasında bölgeye giden gazetecilerin bulaşıcı hastalıklar nedeniyle dikkatli olmaları konusunda sıkı şekilde uyarıldıklarını söylüyor. Bu yüzden çaresizdi, çevresinde ise yardım edebilecek hiç kimse yoktu.
   Yine de Carter vicdanının yükünü hafifletemez. O zamanlar çevresindeki arkadaşlarının söylediğine göre devamlı bu fotoğraf hakkında dert yanar: Keşke kucaklayıp onu kampa götürseydim! Çok üzgünüm...
   Sonuç olarak Carter bu vicdan muhasebesine fazla dayanamaz ve ödülü aldıktan 16 ay sonra park halindeki arabasında kulağındaki kulaklıkla müzik dinliyor halde ölü bulunur. Egzoz gazından zehirlenmiştir, yani Carter intihar etmiştir.
   Bu da bir yemek fotoğrafının hikayesi. İşte ne yazık ki her sofradan çekilen kare mutluluk vermiyor...