31 Ocak 2015 Cumartesi

ANKARA'DA YENİ TREND: ODADAN KAÇIŞ OYUNLARI

Ankara'nın seveni de sevmeyeni de şehirde yapılacak bir şey olmadığından şikayetçidir. İstanbul'la kıyaslandığında ise belki şehir düzeni,ekonomik durum gibi faktörlerde Ankara'nın avantajlı olduğu sık sık söylense de (ki ben katılmıyorum) etkinlik sayısı bakımından İstanbul açık ara öndedir. Ülkeye bir trend genelde İstanbul'dan girer ve oradan diğer şehirlere yayılır. Bu yazının konusunu da yine bu trendlerden biri oluşturuyor: Odadan kaçış oyunları.

İstanbul'da yaklaşık 20 tane olduğu söylenen Ankara'da ise 7-8 tane olan bu etkinlikte amaç en basit tabiriyle odadan kaçmak. Testere filmiyle popülerlik kazanan, daha sonra da bilgisayar oyunu olarak birçok oyun sitesinde yer alan oyunların gerçek versiyonu diyebiliriz. Tabi her bir oyun farklı konsept içeriyor. Randevu alıyorsunuz, sonrasında kimi yerde aniden kapının açılmasıyla kimi yerde ise kısa bir açıklamayla birlikte oyuna başlıyorsunuz. İçeride kilitler,bilmeceler,şifreler var. Bir saat içinde çıkmanız lazım. Kimisi gözleme,kimisi ise zekaya daha çok dayansa da genel olarak odaklanmanın ve dikkatin ön planda olduğu söylenebilir. Kuşkusuz kimi oyunlar diğerlerinden daha iyi. Şimdi ben de genel olarak gittiğim yerleri değerlendirmeye çalışacağım. Tabi spoiler filan veremem, gizlilik çok önemli. Çünkü bir konsept 1-2 ay kadar devam ediyor.

İlk gittiğimiz yer Sherlock Ankara'ydı. İlk olduğundan olsa gerek oldukça keyif almıştık. Hatta arkadaşlarla bir araya geldiğimizde "beyler ya iş bu kadar basit herkes bin lira atsın açalım, paraya para demeyiz." düşüncesine gelip,planlar yapılmaya başlanmıştı. Ancak sonradan diğer oyunlara gittikçe buranın oldukça sönük kaldığını fark ettik. Bilmeceler ve dekorlar çok kaliteli değildi. Puanım 6/10 . Yakın zamanda konsept değiştirip kaliteyi arttırmaları lazım. Çünkü piyasa iyice kızışıyor.

Sonrasında Track the Key'e gittik. Genel olarak burada da güzel vakit geçirdiğimizi söyleyebilirim. Lakin yine de ilerleyen dönemlerde biraz geliştirmeleri gerektiğini düşünüyorum. Bazı kendine özgü artıları vardı, atmosfer olarak güzel fikirler olsa da devamı gelmemişti. Yine de iyi,puanım 7/10

Biz tabi hala bu piyasaya girip, daha güzel işler yapabileceğimizi düşünürken Alcatraz denen bir oda oyununa geldik. Burada iki tema var:korku ve hapishane. Biz korkuya girdik. Gerçekten güzel vakit geçirdiğimi söyleyebilirim. Çünkü burada bulmaca çözmek ve odadan kaçmaktan başka bişeyler vardı. Çok güzel bir atmosfer ortaya konmuştu, bilmeceler ise dikkate,odaklanmaya dönüktü. Zaten buraya girdikten sonra bizim de bu piyasaya girme hayalimiz patladı. Çünkü artık iş ciddileşmeye başlamıştı. Oyunların yapımcıları şirket gibiydi. Dekorlara, atmosfere ciddi paralar harcanmış;oldukça kafa yorulmuştu. Sonuç olarak buradaki korku oyununu tavsiye ederim güzel. Korkmayın o kadar da nasılsa içeride ölecek değilsiniz. Puanım 8/10 Aynı yapımcıların hapishane temalı oyununda bazı iyi niyetli çalışmalar olsa da biraz sönük kalmıştı. Puanım 6/10

Sonrasında ise ismi "odadan kaçış" olan oyuna gittik. Burası hakkında yazarken kafam karışık açıkçası. Öncelikle çok kaliteli. Mutlaka gidilip,oynanılmalı. Ancak biz tecrübe kazandığımızdan mıdır nedir oyunu rekor kırarak bitirdik. Çıkınca ya keşke biraz daha oynasaydık dediğimden bir şeyler yarım kaldı gibi. Ancak sonrasında ise oyunun yapımcıları bizim performansımızın iyi olduğunu genel olarak insanların zorlandığını daha çetrefilli yapamayacaklarını söylediler. Ee haklılar tabi herkes bizim Özkekos grubu gibi değil. Sonuç olarak puanım 8/10.

Locked in, the Escape, 13 numara gibi de yerler varmış. Henüz oralara gidemedik. Gidersek onlardan da bahsederim.

Fiyatlar ise ortaya konan emeğe göre normal olsa da bundan bağımsız düşünülürse ucuz olduğu söylenemez. 20-25 lira arasında değişiyor fiyatlar. En az 2 kişi en fazla 5 kişi oynayabiliyorsunuz

Genel olarak bu trendin çok keyifli olduğunu söyleyebilirim. Puanlarım fikir verse de çok takılmayın gidin hepsini oynayın. Zaten yapacak bişey yok memlekette.

6 Ocak 2015 Salı

YABANCI KURALSIZLIĞI


"Eğer TFF 5+3 kuralıyla devam etme kararı alırsa nolur?

Bana göre çok kötü bir karar. Bunun milli takıma yardım ettiğini düşünen varsa gerçekten yanılıyor. İtalya’da da yıllarca aynı düşünceyi savunduk. 1982’den sonra yabancılar ülkeye gelmeye başlayınca homurtular oldu. Ondan sonra iki Dünya Kupası kazandık, iki kez de finale kaldık. Bence federasyon öncelikli olarak ligimiz nasıl gelişir, Avrupa’da sesimizi nasıl duyurabiliriz, teknik direktörlerimizi ve futbolcularımızı Avrupa’ya nasıl gönderebiliriz; bunları düşünmeli. Avrupa’da kimse Türkiye’de oynayan futbolcuları ve takım çalıştıran hocaları tanımıyor. Çünkü kimse bu ligi izlemiyor! TFF’nin esas problemi bu olmalı. Genç oyuncular burada Didier, Wesley gibi oyuncularla ya da Fenerbahçe’de Kuyt’la çalışma fırsatına sahipler. Bu, dolaylı olarak milli takımınıza da katkı yapar. Bu yüzden bence 5+3 tam bir felaket olur."


Yukarıdaki satırlar Mancini'nin 2014 Mart ayında özel bir dergi için verdiği röportajdan alıntı. Daha bir sene olmamış bunları söyleyeli. Sinyor'un Galatasaray'da ne kadar başarılı olduğu veya kalsaydı neler yapabileceği uzun bir tartışma konusu tabi benim şahsi fikrim 2-3 sene içerisinde yalnızca bir lig şampiyonluğu getirebilirdi. Nitekim halefi yine aynı İtalyan olan Prandelli belki de Galatasaray'a gelmiş en başarısız hocaydı. Bu iki hocaya kötü demek kariyerlerine baktığımızda oldukça güç. Aslında bu iki hoca için yapılacak en güzel tespit Türk futboluna uygun olmamaları. Peki bu evrensel spor neden Türkiye'de bu kadar farklılık gösteriyor ? Türk milleti yıllardır bu spor için deli olurken ve futbol piyasasında bu kadar para dönerken neden gidişat bu kadar başarısız ?

Mancini hakkındaki kişisel çıkarımım futbola sanki bir bilim gibi bakması. Nitekim bu bizde olmayan birşey, çünkü biz fiziğe dayalı ve motivasyonla takımlarımızın iyi sonuçlar almasını sağlayabiliyoruz. Hatta ulusal arenada fiziksel seviye yeterli oluyorken, uluslararası arenada o konuda da yetersiz kalıyoruz. Geriye ise sadece "gaz verme" kalıyor. Bu şartlar altında takımlarımızın kupadan kupaya koşmasını beklemek hayalcilik olur. Çünkü belli bir kurgu oturtulmadan, istikrar kazanılmadan yani kalıcı,stabil bir düzen kurulmadan başarılarımız saman alevi gibi yanıyor ve çok fazla ışık yaymadan ardından sönüveriyor.

Türkiye'de futbol yıllardır yabancı sınırlamalarıyla ilerletilmeye çalışıldı. Burada amaçlanan Türk futbolcuların daha çok oynamasını sağlamak, takımları yabancı istilasından korumak ve yerli oyuncu ihtiyacından dolayı kulüplerin altyapılarına önem vermesini sağlamaktı. Bu düzenleme ne yazık ki tutmadı. Çünkü aslında Türk futbolcuları kalitesiz değildi, Türk futbolcuları tembeldi. Futbolcular eğitimsizdi ve çalışmıyorlardı. Gerçek birer profesyonel gibi hareket etmiyorlardı. Bu yüzden de kumaşı iyi nice futbolcu hep kendi potansiyellerinin altında kaldılar. Türkiye'deki nüfus yoğunluğu, futbolculara sağlanan para ve futbola olan ilgiyi düşünürsek bu ülkede büyük oyuncular çıkmamasının başka bir anlamı olamazdı.

Yeni değişiklik bence de devrimden farksız. Öncelikle "sınırlı" bir sınırsızlık var, kadroda hala Türk oyuncular bulundurulmak zorunda. Bu bence oldukça makul. Ancak ilk 11'in hepsi yabancı olabilecek. Bu da makul bir sınırsızlık bence. Artık bir yerlinin kadroya girebilmesi için bir yabancıyı kesebilmesi lazım. Çünkü o oyuncunun yeri artık ilk 11'de hazır değil. Futbolcu bu yoğun rekabet ortamında formayı almak için çalışmak zorunda. Bir Türk futbolcusu bir Hollandalı'dan, Alman'dan, Brezilyalı'dan formayı almadıkça takımlarımız bu ülkelerinkine göre daha iyi olmayacaktır. Nitekim Türkiye'deki futbola ilgi göz önünde bulundurulursa bu duruma küsüp altyapılardan yerli oyuncular gelmemesi de söz konusu olamaz.

Bu düzenlemenin diğer artısı ise kulüplerin garanti olsun diye büyük paralar ödeyip yaşlı oyuncular almak yerine büyük paralar ödeyip genç oyuncular da alabilme olanağı yaratmasıdır. Nitekim bu duruma verilecek en güzel örnek Bruma. Artık genç yabancıların Türkiye'de gelişme olanağı elde ettiğini unutmamak lazım. Çoğunluğun kabul edeceği üzere yabancıları dışardaki büyük takımlara satmak daha kolay. Bu durumda da kulüpler çok ucuza alacakları Afrikalı, Doğu Avrupalı futbolcuları büyük paralara satıp kar edebilirler.

Son olarak da bu uygulamayla insanların milli takımı daha çok sahipleneceğini düşünüyorum. Nitekim son zamanlarda milli takım oldukça büyük prestij kaybına uğradı. TC vatandaşı olup da yabancı milli takımları seçen futbolcuların yabancı sayılacağını düşününce, milli takım tam manasıyla ülkemizi temsil eder bir hal alacak. Diğer takımlar yabancılaşırken milli takım daha da yerlileşecek.

Yazıyı uzatmamak adına bu durumun eksilerinden ve beklenen tehlikelerden bahsetmeyeceğim. Ancak bir risk alınacaksa bu taraftan alınması gerektiğini düşünüyorum. Futbol Türkiye'de oyuncularının günlük motivasyonuna, forma içinde gösterdikleri 'ruha' göre oynanmamalı, futbolcular özellikle çocuk yaşta ferarilere binecek maaşlarla alınmamalıdır. Çünkü hiç biri bu kadar kaliteli değiller. Sinyorunda işaret ettiği gibi Türkiye'de futbolcular daha profesyonel ve istikrarlı olmalı. Tıpkı Avrupa'dakiler gibi... Yoksa genel olarak ülkemizde 'malzemenin' yetersiz olması mevzu bahis değil.

3 Ocak 2015 Cumartesi

AYRILIĞIN RESMİ

 Resim sanatını çok seviyor olmama rağmen bu dal hakkında çok fazla bilgim olduğu söylenemez. Sadece şehre gelen ünlü sergileri gezip vakit geçiririm. Bu noktadaki en heyecan verici deneyimim 2010 yılında Chicago'da gezdiğim bir sergide olmuştu. Tarihe olan merakıma paralel olarak müzede Ortaçağ dönemi sanatçılarının sergilenen tabloları beni oldukça etkilemişti. Bunun yanında tam olarak tablo gibi değerlendirilemezse de ülkemizde Salt olarak anılan sergi salonlarındaki çalışmalarda hiç istediğim tadı alamadım.
   Ankara'daki Cermodern'de ise zaman zaman güzel sergiler oldu. Dali'nin, Van Gogh'un ve Edvard Munch'un orjinal olmasa da sergilenen kopyaları hoşuma gitmişti ancak yine de modern resimler bana hala bir çok açıdan ifadesiz geliyor, yoğun duygular hissettirmiyordu.
   İstanbul'da geçirdiğim süre içerisinde biraz durağanlığımın arttmasından ya da çok fazla saçma sapan sergi gezdiğimden olsa gerek tablolar ve fotoğraflara durup baktığımda başka duygular uyandırmaya başlamışlardı. Bugünlerde ise bir dergi sayfasında Edvard Munch'un ayrılık ismini verdiği aşağıdaki tablosunu gördüm. Bu tablo sanırım gördüklerim içinde gerçekten beğendiğim bir modern sanat yapıtıydı.



   Bu tablodan oldukça etkilenmiştim. İki tarafa ayrılan bir çift vardı, herşey bulanıktı ortada bir gül vardı ve kızın arkaya doğru uzayan suçu sanki eskiden kalmış bir izmiş gibi tablonun ortasına çizilmişti. Erkeğin suratı oldukça belliyken kızın yüzünün yalnızca silüeti görünüyordu. Hayalle gerçeklik, düşünceyle hakikat arasında güzel bir noktada duruyordu. Bir de tabi bunun yanında estetik olarak da oldukça hoşuma gitmişti. Bu tablo benim için birşeyler ifade etmiş bir çok şey anlatıyor haldeydi.
   Sonrasında internetten ufak bir araştırma yaptığımda tabloyla ilgili şöyle bir açıklamaya ulaştım
   "1890'larda Edvard Munch aynı imgelerin farklı varyasyonlarını tekrar tekrar kullanıyordu. - deniz üzerinde bir ışık sütunu, kumsalda sarışın bir kadın, siyahlar içinde bir yaşlı bayan, mutsuz bir adam vs.- Bunlarla sıkça oynayarak insanlığın değişik durumlarını ve ilişkilerini sembolize etmeye çalışıyordu. Burada bir adamın aşkına vedası çizilmişti. Diğerleri gibi, resim burada iki parçadan oluşuyordu ön plandaki nesne ki bu durumda ana karakter önde ve aktif olabilir (burda olduğu gibi) veya profilden ve düşünceli olabilir.Arka plandaki kişisel bakışı ise kendi kafasından veya kızın kafasından resme maziden bir bakıştı. Terkedilmiş adam ise geleceğe doğru gitmek için öne adım atıyor gibi gözüküyor fakat patikasının önünü kırmızı bir bitki kapatıyor ki bitki adamotunda olduğu gibi aşkı ve ölümü sembolize ediyor. Şu anda kapana kısılmış gibi gözüküyor. Hatta kızın sarı saçı adamın dünyasına girip kafasını okşuyor, onu buradaki gibi o ana bağlıyor ve anılarından kaçmasına izin vermiyor. "
   Ben bu resmi Cermodern'de gördüm mü hatırlamıyorum ancak görseydim de arka plandaki anlamının ve bir takım duyguların bu kadar güzel anlatıldığını fark edemezdim herhalde. Sonuç olarak odama asmak için kanvas tablosunu aradım bir çok Munch resminin kanvası olmasına rağmen bu resminkini bulamadım. Anladığım kadarıyla çok ünlü bir resim değil.
   Artık entel ortamlarda ressamlar üzerinden bir muhabbet döndüğünde "Benim favorim Edvard Munch yeaa" diyebilirim çünkü diğerlerini bilemiyorum. Peki sizce de güzel değil miymiş ?